Odağımız Nerede?
Uzun zamandır sürdürdüğüm bir alışkanlığım var. Zorlandığım bir durumla karşı karşıya kaldığımda kaleme sarılıyorum ve oturup yazıyorum.
Yazmak bana çok iyi geliyor.
Kendi iç dünyamda olan karışıklıkları dışarı akıtıp her şeyden ayrışmamı, olanlara uzaktan olabildiğince nesnel bir gözle bakabilmemi sağlıyor. Yazmak bu açıdan belki de benim için şifalanmanın en güçlü yollarından biri.
Yazdıklarımı paylaşmak ise beni mutlu ediyor. En çok da yazdıklarıma cevap yazdığınızda sizler ile bağlantı kurabiliyor olmak beni özüme bağlıyor. Çünkü mesajlarınız, aramızdaki görünmeyen bağları görünür kılıyor. Benim kelimelerimim size dokunmasına kendinizi açtığınız an, sizin de varlığınız kalbime değiyor. Ve işte o an ne kadar “aynı” olduğumuzu anlıyoruz.
Birbirimizi hiç tanımasak da görmesek de özümüzdeki benzerlikleri hissediyoruz; sadece bir iki cümlenin içinde. Bazen ise farklarımızı görüyoruz ve ilham alıp motive oluyoruz.
Bu anlamda geçen haftaki KABUL TUTUMU yazıma yönelik paylaşımlarınız için sizlere şükran doluyum.
İnsanın kendisi ile bağlantı kurabilmesi, kendi duygularını, arzu, istek ve ihtiyaçlarını anlayabilmesi o kadar önemli ki! Nedense insan doğası olarak hep dışarı bakma, kendimizi dışarıyla kıyaslama, dışarıdan onay alma, kendimizi dışarıya karşı ispatlama, yeterli olduğumuzu gösterme eğilimi içindeyizdir. Ve bu eğilim bizi zamanla kendimizden uzaklaştıran bir etken haline gelebiliyor.
Oscar Wilde’ın güzel bir sözü aklıma geliyor: “Kendiniz olun; zira diğer herkes çoktan kapıldı.”
Ben de şimdi geriye bakıp düşünüyorum da, ne kadar çok odağım dışardaymış meğer!
Birileri beğensin, kabul etsin, hatta onaylasın diye neler yapmışım defalarca.
Sonra da arzu ettiğim kadar ilgi ve alaka görmeyince, tüm o beklentide olduklarımı nasıl da içten içe suçlamışım. Kimine düşüncesiz, kimine ilgisiz, kimine duyarsız, kimine beni sevmiyor diye etiketler yapıştırmışım.
Odağımın dışarda olması ihtiyaçlarımın yansımalarıymış. Görülmek, duyulma, ilgi, kabul ve onay ihtiyaçlarımın…
Oysa zamanla anladım ki bu ihtiyaçları ben kendi içimden karşılama haline geçemediğim sürece hayatımdaki mutluluğun gücünü karşı tarafa veriyormuşum.
İyi bir anne olduğumu bilmem için oğlumun bana olan ilgisine ihtiyacım var mı?
İyi bir dost olduğumu bilmek için etrafımda sürekli birilerinin olmasına ihtiyacım var mı?
Yaratıcı olduğuma inanmak için herkesin hem fikir olup fikirlerimi beğenmesine ihtiyacım var mı?
Kendime güvenmek için başkalarının bana iltifat etmesine, beni yüceltmesine ihtiyacım var mı?
Değerli olduğumu hissetmek için devamlı “like” alıp, “whatsapp” gruplarının aranan ismi olmama ihtiyacım var mı?
Bu algılarla yaşadım geçmişte.
Ne zaman ki kaynağım içeride olduğunu fark ettim;
işte o zaman tüm oluş hallerimi içeriden besleyebildiğimde,
çevremdeki kişiler ve kendimle çok daha sağlıklı ilişkiler kurabildiğimi anladım
bugün bile zaman zaman odağımı dışarıya verdiğim olmuyor mu?
Tekrar kıyasladığım, beklentiye girdiğim; hayal kırıklığı yaşadığım olmuyor mu?
Elbette oluyor,
İnsanlık hali diyorum ve uyanıyorum.
Şefkatle.
O şefkat aslında beni an’a getirmek için bir araç.
O şefkat benim yakın dostum.
O şefkatin arkasında yatan ve beni zorlayan hissin bana vereceği mesajı duymayı seçiyorum.
Ve beni zorlayan o his birden yumuşuyor, yok olmasa da dönüşüyor.
İçten içe savaştığım bir his; nazikçe ilişki kurabildiğim bir hisse dönüşüyor.
Sonra içimi bir şükran duygusu kaplıyor.
Olana, olmuş olana ve olacak olana.
“Şükürler olsun!” diyorum.
An’a;
Bugünün içindeki geçmiş ve geleceğin her an’ına sevgi ile sarılıyorum.
Ve yazmak beni an’a yaklaştırıyor. Çünkü odağım neredeyse ben oradayım. Bu yüzden yazıyorum ve “lütfen siz de bana geri yazın!” diyorum.
Gelin görünmeyeni görünür kılalım. Gelin hepimizin bir olduğunu, yalnız olmadığımızı, farklı ülke, kültür, dil, yaş, cinsiyetten de olsak, özümüzde aynı olduğumuzu hissedelim ve hissettirelim.
Şimdi soruyorum: Sizin odağınız nerede?
Sevgiye kalın,
An’da kalın.